Türkiye 2.liği

Türkiye 2.liği

Türkiye 2.liği

''Farabi'' Konulu Lise Öğrencileri UIusal Deneme Yazma Yarışmasında öğrencilerimizden Aysu Yaz Ertan ''Kuş Bakışı Farabi'' adlı denemesiyle Türkiye 2.si olmuştur. Kendisini tebrik eder, başarılarının daim olmasını dileriz. Türkiye ikincisi olan denememiz aşağıda sizler için paylaşılmıştır.

 KUŞ BAKIŞI FARABİ

Doğduğu varsayılan Farab ( Faryab ) şehrinin anlamını adında taşıyan “sulanmış , bereketli toprak” ...Kimilerine göre Fars kimilerine göre Türk kökenli. Nereli olduğu tartışadursun eserlerini Arapça vermesine rağmen bir rivayete göre “yaşadığı sürece Türk kıyafetlerini hiç değiştirmemiş” Muallim-i Sani...Müziği ile dilediğini güldüren , dilediğini ağlatan , nice meclislerde dilerse sultanları dahi uykuya daldıran bir ud üstadı...Çok sayıda dil bildiğinden bahsedilen bahsedilen , uzun yolculuklar yapmış , birçok ülke dolaşmış bir gezgin...Dil ile mantığı , felsefe ile dini uzlaştırmış , Batı’nın “Alfarabius” olarak andığı büyük filozof...Farabi...

İslam’ın Altın Çağı’nda yaşamış ünlü filozof, gökbilimci, bilim insanı, mantıkçı ve aynı zamanda müzisyen olan Farabi, tam adıyla Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed bin Tarhan bin Uzluğ el Farabi et Türki ya da Batı’da bilinen ismiyle Alpharabius İslam felsefe geleneğinde “ilk öğretmen” olan Aristo’dan sonra ikinci öğretmen olarak anılır. Bunun sebebi felsefe, gökbilimi gibi konularda bilgili olması araştırmalar yapması ve insanlara yeni fikirler aşılıyor olmasıdır çünkü islam dinine felsefi bir nitelik kazandırmak Aristo’nun ve Eflatun’un felsefelerini bağdaştırmak istemiştir. İslam felsefesi dışında fizikle de ilgilenen Farabi’nin fiziği metafiziğe bağlıdır yani evrenin ya da bir eşyanın özünü oluşturan ögeler (hava, ateş, su , toprak) birbirleriyle kaynaşır, ayrışır ve böylece evreni kısacası “el- alem”i oluştururlar. Farabi’nin “Alem büyük insandır, insan küçük alemdir.” Sözünden de iki kavramı birleştirdiğini anlayabiliriz. Bunun dışında müzik ile de ilgilendiğini söylediğimiz Farabi, Doğu müziğinin en büyük dayanağı olan “Büyük Müzik Kitabı”nda  kanun , ud gibi birçok enstrümanı ilk defa tarif etmiştir.   Böylece müziğe önem vermesiyle enstrümanların gelişimine, sosyal hayatta da faal kullanılmasına da katkı sağlamıştır. Bunun yanı sıra filozof ve ilim insanlarının eserlerinin Arapça’ya çevrilerek öğrenilmesi de Farabi ile başlamıştır. Böylece bilgisiyle, araştırmasıyla Avrupa’da da tanınması kaçınılmaz olmuştur.

Yazdığı onca eserden sadece yirmi biri kalmış günümüze, ne acı...Kendisine ait bilgiler bulabildiğimiz çağdaşları ise sınırlıdır. Bana öyle geliyor ki bu durum Farabi’nin tercih ettiği bilinçli yalnızlıktan kaynaklanıyor. Yalnızlık tercih olabilir mi? Etrafındakiler senin fikirlerine erişebilecek yeterlikte değilse, girdiğin her fikri tartışmadan galip ayrılıyorsan, senin aleyhine söyleyecek söz bulamayan kimseler lehine de konuşmuyorsa yalnızsın, anılmazsın. Tam da kendisinin yüzyıllar öncesinden söylediği gibi: “Zamanın ters, yarenliğin faydasız, liderlerin bezgin ve her başın hasta olduğunu görünce evime kapanıp onurumu korumayı esas bildim. Yanımda saklı duran ve avucumda ışıldayan hikmet şarabından içerim. Sofra arkadaşlarım mürekkep şişeleridir, sazım onların şakırtısıdır. Bu arada dünyadan göçmüş hikmet erbabının sohbetiyle neşelenirim.” Dönemdaşları onun adını anmayadursun, yüzyıllar öncesinden günümüze taşmayı başarmış o. Hem de ne taşma...            

Ömrü, zıtlıkları uzlaştırmaya çalışmakla geçmiş. İslam’a henüz geçiş yapan toplumların, bu dini anlayıp yorumlayabilmeleri için Arapçaya da hâkim olmaları gerekiyordu. Bu durum felsefeyle ilgilenenler için de geçerliydi. Ama görüldü ki Arapça felsefi tartışmaların aktarılması için yeterli kelime dağarcığına sahip değildi. Farabi de savunduğu “Aristo mantığı” nı Arapçaya uyarlarken karşılaştığı bu mantık-dil uyuşmazlığını aşmayı başardı. Çünkü ona göre mantık ve dil, zıtlıktan ziyade birbirini tamamlayan, kuralları olan iki ayrı ilimdi ve bu kurallara riayet edildiği takdirde mantık ve felsefi konular pekâlâ ifade edilebilirdi. Kendisi de Aristo’nun altı ciltlik mantık kitabı “Organon” u Arapçaya çevirmekle yetinmeyip, ona iki cilt daha ekleyip sekiz kitaba çıkararak bu teorinin geçerliğini kanıtladı. Hem kendisinden etkilenen, Arap dünyasının bağrında yetişen birçok fikir adamının varlığını hesaba katarsak Arapçanın felsefi bir dil haline gelmesinde onun bu çalışmasını nasıl inkâr ederiz?

Şu ana kadar çağdaşlarının yapamadığını yapıp, ona yarenlik ederek yürüdüğüm bu yoldan, tekrar buluşmak üzere, ayrılıyorum bir sapakta: Sudur Teorisi. Kaynağını Aristo’dan alan bu teoriye göre mutlak olan bir Tanrı vardır. Tanrı’nın kendisi salt akıldır, pür ü paktır, tamamen iyilikten oluşur, ortaya çıkan kötülüklerden habersizdir. Çünkü kötülüğü yaratmayı düşünemeyecek kadar iyidir. O yüzden Tanrı’nın tanrı oluşundan dolayı yapamayacağı şeyleri açıklayabilmek için “madde” yi yani “akıl” ı kullanmak zorundadır. Muallim-i Evvel olarak anılan hocası Aristo’nun bu görüşlerini aynen alır, Muallim -i Sani Farabi. Aristo’nun sadık bir öğrencisi olmasından kaynaklı bir açıklamaya çalışma çabası olarak görüyorum bu fikri. Çünkü bu duruma kendi aklıyla, Aristo’nun öğretisine uygun düşecek şekilde bir açıklama bulamazsa felsefeden, Aristo’dan vazgeçmesi gerekecekti. Uyumsuzlukları giderme çabasında olduğundan bahsetmiştim. Buradaki yanılgısı da İslam kültürüyle yoğurulmayan bir sistem olan Yunan felsefesini, İslam ile bağdaştırmaya çalışmasıdır. Felsefenin Tanrı’sı; sınırları olan, istediği her şeyi yapamayan hatta yapamayacağı şeyleri isteme yetisi bile olmayan , pür iyilikten oluşan bir tanrıdır. İşte Farabi’nin üstesinden gelmeye çalıştığı asıl mesele bu idi. Bu fikri, İslam’a uygun düşecek şekilde nasıl anlatabilirdi? Allah salt akıl ise kendini bilmek, tanımak zorundadır. Allah’ın kendi varlığını düşünmesiyle ortaya çıkan ikinci akıl yani madde hem Allah’ı düşünebilir hem de kötü sayılabilecek şeyleri. İkinci aklın düşünmesiyle üçüncü akıl, sonra onun düşünmesiyle dördüncü akıl...Böylece on bir tane akıl doğar yani her akıl kendinden sonraki aklı doğurur. Oysa bizim inancımıza göre Allah’ı bir forma sokamayacağımız gibi karar değiştirme, yapacaklarını önceden düşünme gibi özellikleri de yükleyemeyiz O’na. Çünkü O, “Ol!” der ve olur. Yunan felsefesindeki Tanrı’nın yaratma yetisi yoktur, yalnızca şekillendirebilir, form verebilir. Yani zorunluluk ve sınırlama vardır onların Tanrı’sında. Bu düşünce tarzı İslamiyet ile örtüşmediği için başta Gazali olmak üzere diğer alimler tarafından da eleştirilir Farabi. Ancak Aristo mantığına uygun hareket eden Meşşailer için Farabi’nin bu din ve felsefeyi uzlaştırma çabası çok önemli olmuştur. Hem Allah-evren ilişkisini anlatması hem her insanın nihai hedefinin mutluluk olması düşüncesi, Meşşailer tarafından kabul görmüştür. Arapçada “çok yürüyen” manasına gelir bu kelime. Kendilerine bu ismi vermelerinin sebebi ise gerek Aristo’nun gerekse Platon’un yürüyerek düşünmeyi ve ders anlatmayı sevmeleri, vücudu etkin kullanmanın daha kolay bir öğrenme sağlayacağını düşünmeleriymiş. Yaradılışı düşünmekten evla olan hangi düşünce var ki? Meşşailer de kâh yürüyüp kâh düşünerek ulaşmışlar Farabi’ye.

Ve yollar yine kesişiyor: El-Medinetü’l-Fazıla. “Fazilet şehri” manasına gelen bu muhteşem eserinde bir liderin hangi özelliklere sahip olması gerektiğini anlatıyor Farabi. Yüzyıllar öncesinden bugüne uzanıyor yine. İnsan olarak asla kaybetmememiz gereken erdemlerden, akıldan, ince düşünceli olmaktan, adil olmaktan bahsediyor. Ne güzel hasletler...Dünya dönmeye devam ettikçe arzulanmaya devam edilecek güzellikler... Aynı Platon’un “Devlet” kitabında geçen sohbetlerde bahsedilen değerler gibi...Tıpkı Platon’ un o kitapta anlattığı mağara öyküsündeki gerçeği bulma çabası gibi: Eğer bir grup insanı derin bir mağaranın içinde, sırtları kapıya gelecek şekilde zincirlerseniz, sadece ışık kaynağının yaydığı ışıkla oluşan gölgeleri görür ve onları gerçek sanırlar. O gölgelerin bir nevi Karagöz ile Hacivat perdesindeki yansımalar olduğunu bilemezler. Gölgelerin sahte dünyasında gerçekten yaşadığını, eğlendiğini sanarak geçirirler hayatlarını. İşte gerçek filozoflar ne kadar zor olursa olsun o zincirleri kırıp ışığa, gerçek hayata, doğruya bakabilen insandır. Zincirlerinden kurtulup güneşi, hakikati gören kişinin mağaraya döndükten sonra gördüklerini diğer insanlara anlatması, onları ikna etmesi de oldukça güçtür. Çünkü tutsakken ve karanlıktayken rahattır insan. Gerçeği görmek için ışığa bakabilmek cesaret işidir oysa. Ne şartta olursa olsun gerçeğe bakma cesaretini asla kaybetmeyen Farabi gibi...Şimdi kendine dön ve sor bakalım karanlıkta mısın yoksa Güneş’e mi dönük yüzün?       

 

MERDÜMGİRİZ